10 Kasım 2016 Perşembe

Evrimin Işığında


Evrim, Bilim ve Eğitim Sempozyum'larında yapılan sunumlardan derlediğimiz son kitap Iraz Akış ve N. Ezgi Altınışık’ın editörlüğünde yayımlandı. IV. ve V. sempozyumdaki doğa bilimlerinden sosyal bilimlere uzanan genişlikteki içerik evrim kuramının bütünleştirdiği bir düzlemde sunuldu.
Alt başlıklar:
Bilimsel Düşüncenin Yaygınlaşması: Evrim Eğitimi ve Popüler Bilim, 
Bilim Tarihinde ve Bilim Felsefesinde Evrim Kuramı, 
Kültürel Evrim,
Moleküllerden Topluluklara Evrim

Yazarlar: 
Özgür Taşkın
Derya Ünlü
Sedar Mayda 
Nalan Mahsereci
Hasan Erol Eroğlu
Erhan Nalçacı
Gökhan Akbay
Alaeddin Şenel 
Ali Somel
Ali Cenk Gedik
Çağatay Tarhan
Utku Perktaş
Hakan Gür
Çağatay Tavşanoğlu

30 Ağustos 2016 Salı

Sapiens'in günahları I - Cevap arıyoruz

Hayatı kendi yaşadığımız anlardan ibaret görmenin ötesine bakınca toplumlar tarihini, insanın hem biyolojik hem düşünsel evrimini merak etmek kolaylaşıyor.Hele işlerin çok karıştığı, her türlü tehdidin arttığı dönemlerde bu arayış hali daha da güçleniyor. Kendi türümüzün geçmişini öğrenerek bugünü anlayabilmek, anlamakla değiştirmek arasındaki bağı keşfedebilmek sıkıştığımız koşullar içinde bize ışık oluyor.

Cevap arıyoruz!!

Türkçe çevrisi bir buçuk yıl içinde on beşinci baskıya doğru giden Yuval Noah Harari’nin “Sapiens: İnsan Türünün Kısa Tarihi” isimli kitabı tam buraya denk düşen bir cep yayını gibi duruyor. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada çok satanlar listesine girmiş. Bill Gates’in tavsiyesinin ya da Jared Diamond’ın kapaktaki çağrısının satışa etkisi olmuş olabilir. Toplumcu düşünce ise kuşku ile yaklaşmamızı söylüyor.Tanıtım soruları can yakıcı; ama cevaplara nasıl bir izlekle ulaşıldığı çok daha önemli.

“Dünyada güvenilir tek şey para mı? Bütün gerçeklik mitler üzerine mi kurulu? Ekolojik bir seri katil miyiz?” Kestirmeden söyleyelim, yazarın cevabı “evet”lerden oluşuyor. Homo sapiens’in, bilişsel sıçrama ile birlikte, canlı türlerin gelmiş geçmiş en büyük katili olduğunu iddia ediyor. Bunu kendi ürettiğimiz mitlere inanarak işbirliği içinde yaptığımızı söylüyor. Türümüzü, kendini özgürleştirdiğini sanarak sadece “bahçesi daha geniş yeni hapisaneler” üreten bir akış içinde yorumluyor. Böylece geri dönüşü olmayan bu yolda hepimiz “günahkâr” doğmuş oluyoruz; Hıristiyan mitolojisindeki gibi.

Harari, tarih bundan ibarettir, diyor. “Tarih ilerledikçe insanların iyilik ve mutluluğunun geliştiğine dair hiçbir kanıt gösteremeyecek” olduğumuzu söylüyor. “Çaresiz bir şekilde yaşam ırmağının içinde sürükleniyoruz” fikrini usulca kulağımıza fısıldıyor.

O zaman, “Hiç hareket etmeseydik daha iyi olabilir miydi? Doğaya hiç dokunmazdık, hiç kimsenin acısının sorumlusu olmazdık,” diye düşünüyoruz. İnsan olarak biyolojik evrimin sunduğu alt yapıyı kullanmasa mıydık, üretmese miydik, düşünmese miydik?

Hayatı anlama çabasına cevap, sosyal gerçekliğin uydurma hikayelerle geliştiğine ve tarihin nasıl değişeceğini bilemeyeceğimiz yıkıcı zorunluluklar yarattığına inanmak mıdır; bu acıların suçluluğuyla pişmanlık içinde kıvranmak mıdır?

Ama bir insan yıldızlı göklere bakıp uzayda neler olabileceğini düşlemeyi çok sevebilir. Bir insan orkestranın çalacağı bir senfoniyi dinlemek isteyebilir. Dahası herkes üretebilir, bunun hayata kattığı anlamdan haz alabilir. Böylece yaşam güzelleşip ilerleyebilir, evrilebilir, sıçrayıp devrimci çıkışlar yapabilir, yeniyi kurabilir.

Tabii ki bu, gezegene pembe gözlüklerle bakmak anlamına gelmiyor. İnsanların bir kısmının bugün hâlâ köle olduğu veya geri kalan büyük çoğunluğun köle gibi çalışmak zorunda bırakıldığı gerçeğini değiştirmiyor. ABD’nin attığı atom bombasını unutturmuyor. Piyasanın gizli elinin hep semayeye çalıştığı prensibi görünmez olmuyor. Görünüşe bakılırsa onca güzelliğe rağmen bizler hâlâ birer günahkârız. Peki günahlar hepimizin mi? Günahlardan kurtulmanın yolu yok mu? Yazarın savı gibi “kapitalizmi sevmesek de onsuz yaşayamaz” durumda mıyız?

Hayallere inanmak yetmez!!

Kitabın sorunları, diyalektik yöntemi kavramanın çözümleme yapmak için ne kadar kritik olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü yazar dualist bakıştan kurtulamıyor. Karşılıklı ilişki içinde dans eden nesne-özne çiftini göremiyor. Ya bir şey ya da diğer şey var, bunlar birbirlerinden ayrı olarak var oldukları için öngörülemezdir, diyerek yaklaşımını sunuyor.

Örneğin koşulların oluşturduğu potansiyeli açıklarken materyalist yöntem ile yaklaşıyor. Ama bunu pozitivist bir içerikle yapıyor. “Biz bitkileri evcilleştireceğimize, bunun tam tersi gerçekleşti” diyerek nesnelliğe çubuk büküyor. Aradaki ilişki akışını tek yönlü çiziyor. Toplumsal gelişme süreci içinse idealist yönteme baş vuruyor: “Kelimelerle hayali bir dünya yaratıyoruz”, “bu hayale hepimiz inanıyoruz”, “hayalin etrafında devasa bir işbirliği örüyoruz.” O vakit düşünceler bütün maddi koşulların potansiyelinden bağımsız belirleyici oluyor.

Bu izleğe göre inandığımız hayaller/mitler hem günahımız hem sevabımız oluyor. Kapitalizmin modern mitlerine inandığımız için endüstriyel çiftliklerin kontrolsüzlüğünün veya atom bombasının yıkıcılığının suçlusu oluyoruz. Oysa suçun sorumlusu genişleyince, "hepimiz suçluyuz" deyince suçu ve suçluyu irdelemek olanaksız hale geliyor. Suçun nedeni ortaya koyulamayınca ahlaki yaklaşım öne çıkıyor. Suç bir kere ahlaki mesele kategorisine yerleştirilince değişimin yolu yeni bir ahlak anlayışından geçiyor.

Hayal kurmanın kökeni olan soyutlama becerisi neden-sonuç ilişkileri kurmamıza da imkan verir. İlişkisellik kolayca görünmeyen girift örüntüler oluşturabilir. Ama maddi koşullardan kopuk olamazlar. Yaşamın gerektirdiği şeylere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Düşünceler maddi zeminden türüyor, somut ürünler veriyor, değişen nesnellik yeni düşüncelerin gelişmesini sağlıyor ve bu sarmal sürüp gidiyor. Tarihsel ilerleme böyle gerçekleşiyor.

Sonuçta kapitalizm, “para fikrine inandığımız” ve değişim değerine güvendiğimiz için var olan hayali bir sistem değildir; bir üretim biçimidir. Fabrikalarıyla, bankalarıyla, okullarıyla, hukuk sistemiyle, ulusal ve uluslararası örgütleriyle, patronuyla, işçisiyle, köylüsüyle, orta sınıf insanlarıyla kanlı canlı, somut bir yapıdır. Bu yapı yarattığı olanaklara rağmen bir yandan da toplumsal gelişimin önünü tıkadığı için değişmelidir.

Yazar “bir dizi tesadüfün bizi cennete veya cehenneme sürükleyebileceği” yönü kestirilemez bir nesnellik tarif ediyor. Birey olarak “ne istediğimizi bilme”ye indirgenen özne olma alanı tanımlıyor. Bu bileşim, etkileyemeyeceğin bir hayattı takma kafana, kendini keşfettir; bir nev-i “carpe diem”dir. Ya Harari’nin kitabını alacak paramız olmasından ve onu seçebilmekten mutlu olmalıyız ya da nesnel koşullara dayanan soyutlama gücümüzün, yaratma becerimizin, işbirliği kuran sosyalliğimizin hakkını vermek zorundayız. Herkes için eşitlik ve özgürlük isteyebiliriz. Hayatı yeniden kurabiliriz.

Eylem zamanı!

Sapiens'in günahları VI - Dilin evrimi üzerine

Homo cinsini diğer kuyruksuz maymun türlerinden –ve elbette diğer memelilerden– ayıran en önemli özelliklerden biri, onlara kıyasla oldukça esnek (elastik) bir beyinle doğmasıdır. Ünlü nörobilimci David Eagleman’ın ifadesiyle, “yunuslar, daha doğumda yüzmeye başlarlar; zürafalar ayakta durmayı saatler içinde öğrenirler; bir zebra yavrusu da doğumu izleyen kırk beş dakika içinde koşabilir. … Hayvan yavrularındaki bu hızlı gelişimin nedeni, beyinlerinin büyük oranda önceden programlanmış* bir şablona göre bağlantılar kurmasıdır. … İnsanlar ise aksine, buzlu tundralardan yüksek dağlara ya da vızır vızır işleyen kentlere kadar birçok farklı ortamda yaşama becerisine sahiptir. Bunun mümkün olmasının nedeniyse, gelişimi şaşılası ölçüde eksik kalmış birer beyinle doğuyor olmamızdır.” “Esneklik” derken kastedilen budur: diğer memelilerin aksine insan beyninin doğumdan sonra çok büyük ölçeklerde biçimlendirilebilir oluşu. Harari’nin iki buçuk milyon yıldır insan beyninin evrimini sürdüren şeyin ne olduğunu bilmediğimizi iddia etmesi ise bu derece zayıf bir kitap için bile gülünç. Zira bu sebep yüz elli yıldan fazla bir süredir biliniyor: doğal seçilim.

Harari, ilk insanın doğumundan bugüne geçen iki buçuk milyon yılda insan türünün kendine özgü yapıtlarını küçümsemekten de geri kalmıyor. Yazara göre insanlık, iki buçuk milyon yılın büyük bir bölümünde, gelişen ve büyüyen beynine rağmen “çakmaktaşından birkaç bıçak ve sivri sopa dışında” pek az şey ortaya koyabildi. Harari’nin bu bakış açısı, daha önce de sözü edilen dualist yaklaşımının bir sonucu. Bu yaklaşım yüzünden insanın içinde bulunduğu çevresel şartlar ve o şartlarla kurduğu ilişki göz ardı ediliyor; Harari’ye göre bir yanda doğa, diğer yanda insan var ve bunlar birbirlerinden bağımsız bir gidişata tabi. Gerçekte olan ise bundan çok, ama çok farklı.

Örneğin Sapiens’inkinden daha büyük beyinlere sahip olan Neandertallerin konuşma becerisi geliştiremeyip muhtemelen yalnızca vücut dili ve homurtularla iletişim kurmuş olması, Neandertallerin konuşmaya uygun gırtlak yapısına sahip olmamasıyla açıklanır. Onların aksine Sapiens’in konuşarak iletişim kurmasına olanak sağlayacak şekilde evrimleşmiş bir solunum, gırtlak, ağız ve geniz yapısı vardır. Gerekli donanım olmaksızın yazılım ne kadar gelişkin olursa olsun fayda etmez. Doğal seçilim yoluyla evrim, Sapiens’e, bu yazılım-donanım ikilisini bir arada sunduğu için türümüzü şanslı sayabiliriz; ancak bu, Sapiens’in var oluşu süresince ortaya koyduklarını küçümsememiz gerektiği anlamına gelmez. Bir türün bilişsel gücünü yalnızca alet yapma becerisiyle ölçmek ise abesle iştigaldir; o türün iletişim becerilerini ve biçimlerini de belirlemek gerekir.

Harari’ye göre ise iletişim, en azından sözlü iletişim yarattığımız mitler ve dedikodudan ibaret. Homo sapiens’te konuşma becerisinin tam olarak ne zaman, nasıl ve neden ortaya çıktığına dair birçok tahmin bulunuyor. Bu konu üzerine farklı alanlardan çok sayıda araştırmacı yaptıkları çalışmalarla dev miktarda sonuç biriktirmişse de bu tahminlerin hiçbiri elle tutulur birer kurama dönüşmüş değil; hepsi de tartışmaya açık, kısmen çelişkili, henüz önündeki sis bulutu yırtılıp atılamamış birer spekülasyondan ibaret. Dolayısıyla Harari’nin “mitler ve dedikodu” önerisi de geçerli olabilir. Fakat iletişim yalnızca konuşmadan ibaret değil ve Harari’nin yazı ve okumaya dair söyledikleri, günümüzde okuma/yazma ve beyin arasındaki ilişki üzerine çalışan saygın birçok nörobilimcinin ve dilbilimcinin çalışmalarıyla ciddi zıtlıklar gösteriyor.

Harari, tıpkı –akla zarar bir şekilde– Tarım Devrimi sonrasında buğdayın insanı köleleştirdiğini iddia etmesi gibi, okumanın (ve yazının) da insanı esir aldığını, onun sahibi haline geldiğini öne sürüyor. Bu bir mecaz olarak alındığında doğru gibi görünse de kitabın bütünselliği içinde değerlendirildiğinde bu iddianın, insanın kendi nesnelliğine etki edemeyeceğine dair yazarın öne sürdüğü “delillerden” bir diğeri olduğu görülüyor.

Buna karşın gerçekte olan şey yazının beyni değil, beynin –yani Sapiens’in– yazıyı evrime uğratmasıdır. Yazının bulunuşu yaklaşık 5 bin yıl öncesine dayanır ve bu süre, milyonlarca, hatta çoğu zaman milyarlarca yıl süren evrimin işleyebilmesi için yeterli değildir. Fakat ortada yazı ve onu algılayıp anlamlandırarak “okuma” eylemini gerçekleştiren bir de beyin vardır. Nörobilimci Stanislas Dehaene buna “okuma paradoksu” adını verir ve bu paradoksu, “Nöronal Geri Dönüşüm Hipotezi” adını verdiği bir yöntemle çözer. Dehaene’e göre beynimizde bulunan görsel nesne tanımaya ayrılmış nöronlar, normal bir avcı toplayıcı toplumda hayvan izlerini takip etmeye, avcıları ve yırtıcıları tanımaya yararken günümüzde yazıyı oluşturan sembolleri tanımak üzere eğitilmektedir. Yani okuma doğuştan gelmez; temelinde başka bir görev üstlenen nöronlara –yazının önceki bölümlerinde bahsedilen esneklik özelliği sayesinde– okuma “öğretilir”.

Öte yandan yazı ise ilk ortaya çıktığı haliyle kalmamıştır. Başlangıcını mağara resimleriyle imleyebileceğimiz yazı, bugüne kadar onu ele geçiren her toplum tarafından değiştirilmiş ve gittikçe daha da, daha da basitleştirilmiştir. Bu basitleştirme işlemi, önceki çağlarda küçük bir azınlığın oluşturduğu kâtipler zümresinin bir ülkedeki tüm vatandaşları kapsayacak biçimde genişletilmesini sağlamıştır. Sonuçta bir insan için anlamak ve çizmek zorunda olduğu resimleri veya piktogramları ezberlemek, yalnızca birkaç çizikten meydana gelmiş sembolleri ezberlemekten daha zordur.

Sonuç olarak Harari’nin ortaya attığı iddialar, dilin ve yazının ortaya çıkışı ve bunların beyinle –ya da bilişle– ilişkisini açıklamak konusunda da havada kalıyor. Dilin dedikodu ve yaratılan mitler sayesinde ortaya çıktığı iddiası (sosyokültürel açıklamanın bir parçası), gerçeğin olsa olsa bir kısmı olabilir ve bu iddianın resmin tamamının görülmesini engelleyecek biçimde sunulması, art niyet olmasa bile en hafif tabirle “laf cımbızlamak” olarak tanımlanabilir. Diğer yandan modern toplumun bir getirisi olan yaygın okumanın insanı esir aldığını, ona sahip olduğunu söylemek de yersizdir. Okumayı öğrenmek bir yetinin boyunduruğu altına girmek değil, insanın bilişsel ve toplumsal gelişimini ileriye taşımak için hayli kullanışlı bir araç edinmektir.

Ozan Karakaş

Sapiens'in günahları V - Gelecek kurgusu

Bütün hayat “inandığımız veya kabullendiğimiz ortak mitler” etrafında örgütlenmiş, televizyonlardan, internetten, siyasetten, edindiğimiz mülklerden, beşeri bilimlerden vb. sel olmuş üzerimize akıyor. Yabancılaştığımız hayat böyle bir şey. Fakat yabancılaşma sorunu her şeyin bir mit olduğunu mu gösterir ya da soyutladığımız her şeyin bir mit kadar “desteksiz” olduğunu mu düşünmeliyiz?

İnsan hakları, özgürlük, adalet gibi kavramlar da para gibi, kutsallık gibi “insanların yarattığı bir mittir” dendiğinde aradaki fark ortadan kaybolmuyor. Bir tarafta insana ve doğaya zarar vermemek için uğraşan bir düşünce yapısı varken, diğer tarafta kaba bireysel çıkarcılık var. Harari’nin her şeyi bir torbaya koyma savından ancak kötülüğü olağanlaştırma çıkar.

Kitapta benzer sözler “eşitlik” için de söyleniyor. Yalnız eşitlik kavramının bir mit olması iddiasının dışında esas olarak “eşitlik özgürlükle çelişir” düşüncesini ileri sürülüyor. O vakit, ünlü köle isyanı önderi, gladyatör Spartaküs’ün soylularla eşit kabul edilmek ve özgürlük isteği yüzyıllar sonra bile mantıksız ilan edilebilir. Oysa bu kavramlar bugün sosyalist ideolojide çok daha gelişkin biçimlerde tanımlanıyor. Fakat kitapta düşünsel gelişim yok. Tersine yazar gelişkin düşüncelerin yeşereceği bir toplum için ahlaki duruştan daha fazlasını söyleyen komünizmi “İslam gibi bir din” olmakla itham ediyor. Bunu da “marksistlerin tarih yasası olarak tanımladıkları şeyler insanüstüdür, çünkü tarihin yasaları insanlar tarafından yaratılmamıştır” biçiminde açıklamaya çalışıyor. Hayal dünyasında yaratılan "tarihin yasaları" fikrine ve buradan doğan değerlere inanan insanlardır marksistler, diyor.

İnsanların mücadele günü olarak gördüğü ve gerçekleşmiş bir olaya atıfla kutlanan 1 Mayıs’ı aziz günlerine benzetmesi gibi saçmalıkları bir kenara bıraksak, sadece bu “insanüstü” noktasında bile çok ciddi bir hata var. Tarihin yasaları olarak tanımlanan şeyler insandan bağımsız doğada var olan ya da sadece düşündüğümüz için olabilecek şeyler değildir. İnsanlar, farkında olarak ya da olmadan, karşılıklı olarak birbirini doğuran ilişkiler ağının yaratılmasını sağlar. Yani toplumda insanlar arası ilişkiler, yine insanların yarattığı mevcut üretim ilişkilerinin zorunlu parçasıdır. Bu somutluğun soyutlanmasına “tarihin yasaları” denmekte. Bu bir teorik soyutlamadır.

Tarihsel materyalist yaklaşımla, kapitalizmi yaratan koşullar veya “yasalar” var, diyebiliriz. Kapitalistler sermaye biriktirme zorunluluğuyla insanlara daha düşük ücret vermek isteyecek, eylem yapan işçileri şiddetle bastıracak, zorda kalırsa terör ortamını besleyecek; Irak işgalini hayata geçirecek, Suriye Devleti’nin dahil olduğu ittifakı dağıtmak için uluslararası operasyon başlatacak. Bunlar insanüstü bir yasayla gerçekleşen olaylar değil, bu üretim biçiminde hayatta kalma çırpınışlarıdır.

Marksizm için ise en genel çerçevede “eşitliğin ve özgürlüğün” olabileceği bir dünyanın düşünce ve eylem bütünlüğü diyebiliriz. Bu kurgusal bir tarif olsa da fikir maddi zeminde ayağa kalkıyor. En basit aletlerden en karmaşık makinelere kadar tüm üretim araçlarının, bilginin ve eserlerin yaratımında doğrudan veya dolaylı çoğu insanın emeğini koyduğu toplumsal koşullar içinde yaşıyoruz. Ama birlikte ürettiklerimize bir azınlık el koyuyor. Ve bunu kapitalist sistemin liberal argümanlarına dayanarak yapıyor. Sosyalist sistem buna karşıt bir sistemdir. Üretimin toplumcu bir biçimde planlanmasını ve ürünlerin eşit bir biçimde bölüşülmesini gözetir. Bu koşullar gelişkin özgürlük anlayışının yeşereceği asgari zemini oluşturur.

KAPİTALİZMİN SINIRLARINI AŞMAK

Günümüzdeki "kapitalist imparatorluk” hangi devletlerle başlıyor, ne tür gelişmeler oluyor, dünyaya nasıl yayılıyor, hayatımızı ne biçimde etkiliyor, bu soruların yanıtları kitapta uzunca anlatılıyor. Ancak Harari anti-komünist pozisyonun hazin sonucu olarak kapitalizm konusunda ancak basit tezler sıralıyor. Sitemin yarattığı sorunları serbest piyasa kapitalizminin ahlaklı işlememesine bağlıyor. Yoksulluğun sebebi nüfusun fazla olmasıdır, zenginliği sağlayacak şey ise paraya olan güvenle yapılan girişimcilik ve teknoloji üretimidir, diyor. Buraya dayanarak Harari “yaşadığımız dönem eşi görülmemiş bir barışçıllığın olduğu bir ortamdır” düşüncesiyle çemberini tamamlıyor. Bu üretim biçimini var eden makineleşme ve bilimsel sıçrama Harari’nin de belirttiği gibi “tüm dünyayı doyuracak bolluğu” potansiyel olarak yaratabilir. İnsanların bu sisteme güvenmesinin nedeni budur. Olanaklara rağmen açlığın tüm gezegende giderilemiyor olması ise yine kitapitalizmin yapısıyla ilgilidir.

Kapitalizmin sorunu beyaz ve mavi yakalı işçileri sömürerek zenginleşmesiyle sınırlı değil. Sistem kendisine yüklenen teknoloji-refah beklentilerini asla karşılayamayacak bir handikapa sahiptir. Üretim sürecindeki ileri teknoloji gelişiminin ürünlerini emebilecek geliri yaratamaz. Teknolojik gelişme işgücünden tasarruftur ve topluma işsizliği dayatır. Üretilen ürünlerin satılamaması sorunu ortaya çıkar. Bu durumda sistemin tamamen makinelere/teknolojiye dayalı bir üretim safhasına geçme çabası gerçekleşemez. Dolayısıyla bu üretim biçimi, kendi iç çelişkileri nedeniyle, teknoloji geliştirse de daima ekomomik krizlere gebedir ve bu dönemler insanlığın ürettiği zenginliği yok edecek bir şekilde işleyebilir. Genelde bu işleyiş savaşı çağırır.

Dolayısıyla Harari’nin kapitalizm eleştirisi kimi durumlardan şikayet etmekten öteye gitmiyor. Devrimci-toplumcu çözümü çarpıtarak yok sayıyor ve ahlaklı kapitalizm tavsiyesinden başka bir şey söylemiyor. Cüretli bir ateist ve ölçülü bir kapitalist sistem eleştirmeni olan Harari, son kertede “bize ne söylüyor?” diye bakınca gördüğümüz “mutlu olun” çağrısı. Kendi izleğinden devam ederek “mutluluk da bir mit değil midir” sorusuna cevap arayanları sessizlik bekliyor. O zaman hayal etmekten korkmayalım, ama bunun gerçeklikle ilişkisinin de farkında olalım, diyebiliriz.

Kendi türümüz de dahil, türleri esir almadan doğal bir yaşam döngüsünün yolunu düşüneceğiz, keşfedeceğiz. Belki evrende maddenin kendiliğinden yarattığı olasılıkların ötesinde bir soyutlama becerisi kazanmış yapay zihinlerin üreteceğiz ve bir sonraki zorlamayı bekleyen yeni sınırlar oluşacak. Doğaüstü şeyler değil, yeni ve farklılaşmış doğal biçimler oluşacak. Diyalektiğin dansı çok görkemli olabiliyor. Bugünü kurma cüreti komünistler için bu gelecek öngörüsüne de dayanıyor.

Sapiens'in günahları IV - Tarih yönsüz mü?

İnsan algısı için sonsuz olan zamanın içinde, insanlığın kültürel evrimini anlamlandırdığımız sürece insanlık tarihi diyoruz. İnsanlık tarihinin Homo cinsinin tümünü kapsadığını düşünebiliriz. Çok açık ki bu 2 milyon yıllık süreç içerisinde hem biyolojik, hem de kültürel büyük değişimler var. Bu tarih süreci içinde kültürel değişim, biyolojik değişimin önüne geçiyor ve başlıca belirleyen haline geliyor. Bu kültürel değişimlerin kaynağı nedir? Bir mantığı var mıdır? Etkileşenler nelerdir, belirleyici güçler nelerdir? Tarihi inceleyerek bunları anlamaya çalışıyoruz.

Harari kitabında insanın hareket etmesinin, kurguladığımız hayallerin imkan verdiği işbirliği sayesinde mümkün olduğunu söylüyor. “İnsanların yaşamlarını örgütleyen temel düzenin aslında sadece hayallerinde var olduğunu” iddia ediyor ve bu hayal dünyası içinde “imparatorlukları, parayı ve dinleri yarattık,” diye örnekliyor. Bu toplam, türemiş alt başlıklarıyla birlikte bütün kültürümüzü oluşturuyor, diyor. İyisiyle kötüsüyle asla “öngörülemeyen kaotik bir tarih akışı” bulunduğunu söylüyor.

Peki tarihsel değişimin kaynağını nerede görüyor? Fikirlerin, kültürlerin bireyler, toplumlar veya çıkar grupları arası çatışmalarla değiştiğini söylüyor. Tarihin devinimini bu nokta ile açıklıyor; çatışmalar “kültürün motoru, türümüzün yaratıcılığının başat sebebidir” diyor. Harari’ye göre neyin, neyle, neden çatıştığını önceden bilemeyiz, dolayısıyla tarihin rastgele bir akışı var.

Çatışma ve esasında çelişkilerin devindirici güç olduğunu kabul ettikten sonra bir adım öteye gidebiliriz. Şunları sorabiliriz: Çelişkiler nasıl ortaya çıkıyor? Hayaller arasında seçilim nasıl oluyor? Ona değil de bu hayali anlatıya insanlar nasıl ikna oluyor? Hayallerin“kıyaslayamayacağımız güzelliğine”, “nasıl oluştuğunu bilemediğimiz gücüne” göre mi kalıcılaştıklarını düşüneceğiz?

Harari bunları bilemeyeceğimiz fikrinde ısrarcı. Neredeye, farklı kişilik sahibi insanların kaprisleriyle dünyanın şekillendiğini düşünecek. “İlerleme yoktur” ve “tarihin akışı yönsüzdür” düşüncesinin kitabın özünü oluşturduğu çıkarsanabiliyor.

TARİH GERÇEKTEN YÖNSÜZ MÜ?

Oysa, geniş ölçekte bakıldığında tarihte ortak ve öngörülebilir örüntülerin varlığı apaçık ortada. Bunu örneğin, Harari’nin “Tarihin en büyük aldatmacası” diye nitelediği tarımın tarihinden iyi biliyoruz.

Tarım ve yerleşik yaşama geçiş, dünyanın farklı bölgelerinde, farklı devirlerde, birbirinden bağımsız ya da yarı bağımsız olarak tekrar tekrar yaşanıyor: Mezopotamya’da, Uzak Doğu’da, Batı Afrika’da, Orta Amerika’da, Okyanusya’da. Harari saydığımız bazı bölgeleri söylüyor, bazılarından habersiz görünüyor. Daha önemlisi buradaki ilişkili yönelimi görmüyor. Bu derece karmaşık bir sürecin bu derece tekrarlanmış olması, tesadüf olmadığını gösteriyor.

Tarıma geçen toplumlarda, zamanla artan üretim ve nüfusun, yine birbirinden bağımsız olarak, insan toplulukları içinde daha karmaşık yapılar ve sınıfsal farklılaşmalara yol açtığını arkeolojik ve antropolojik çalışmalardan biliyoruz. Yine bir ortak örüntü. Bu aşamadan sonra da toplumlardaki çelişki ve çatışmaların başlıca dinamosunun bu sınıfsal farklılaşmalar olduğunu, toplumda hakim düşünceleri asıl belirleyenin bu çatışmalar haline geldiğini biliyoruz.

Burada, son otuz yılın postmodern kavramsallaştırmasını Harari tekrarlıyor. Bir düşünce veya hayalin diğerlerinden iyi olduğunu ölçemeyeceğimizi ve dolayısıyla daha gelişkin düşüncelerin oluşamayacağını söylüyor. Örneğin “Hammurabi Kanunları’nda hiyerarşi ilkesi” olmasıyla “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde tüm insanların eşit yaratıldığı” düşüncesinin yazılması arasında bir fark bulunmadığını ileri sürüyor. Özetle “dün ilk fikre inanıyorduk ve o iyiydi, bugün ikinci fikre inanıyoruz ve bu iyi,” diyor. Bu iki düşünce arasındaki gelişkinlik farkını, farklı bireysel faydalara biat eden insan kültüründe görüyor. İnsanlık, uçuşan düşünceler arasında, daha işlevsel olanın yolu açması sayesinde ve ihtiyaçları karşılayan düşüncelerin peşinde ilerliyor, diyebiliriz.

DÜŞÜNCENİN MADDİ TEMELİ

Bu noktayı biraz daha açalım. Harari ve benzerleri ile ayrışma, epistemolojide oluyor: İdealist veya materyalist düşünce. İdealizm arabayı atın önüne koymak gibidir. Konumuz bağlamında, nasıl ki bilişsel yetenek için biyolojik donanımın evrilmesi gerekliyse bir düşüncenin de ortaya koyulabilmesi için onu üretebileceğimiz çevresel koşulların olgunlaşması gereklidir. Düşünceyle var olanın bir miktar ötesini hayal edebiliriz. Ama ilk önce var olan koşulları kavrayıp çelişkilerini ve onların sınırlarını belirlememiz gerekir. Mevcut koşulların çelişkileri sistem tarafından artık taşınamaz hale geldiyse, dönemin yarattığı olası düşüncelerin güçlendirdiği nesnellikteki mücadele ile ileri sıçrama gerçekleşebilir. Bu tarihsel materyalist yaklaşımdır.

Harari bu yaklaşımdan her durumda rahatsız olduğunu “antik çağlarla ilgili açıklamalarda materyalist ekol öne çıkmaktadır” diyerek ima ediyor. Bu yaklaşım yerine “inançla,” yani üretilen mitle yaşamın şekillendirildiğini kanıtlamaya uğraşıyor. Düşünceyle somutluk arasındaki diyalektik ilişkiyi kavrayamıyor. Dolayısıyla kültürel evrimdeki üretim aletlerini ve bunların gelişimini önemsiz görüyor.

Tarıma ve yerleşik hayata geçiş sürecini ele alalım. Harari bunu habitat ve iklim değişiminin zorlamasıyla gerçekleşen bir ilerleme olarak düşünmüyor. Daha çok buğday arzusundaki insanın buğday tarafından esir alınması biçiminde tarif ediyor.

Harari tarım toplumlarının, avcı-toplayıcılardan daha dar beslendiklerini ve daha sağlıksız olduklarını söylüyor. Gerçekten de bunu destekleyen birden fazla gözlem var. Ama tarım, insanlığa zarar vermesine rağmen, boş bir arzu uğruna yayılmadı. Yayılmasının nesnel sebepleri vardı. İnsan yarattığı yeni üretim biçimi ve üretim araçlarının gelişkinliği sayesinde daha çok ürün elde edebildi. Bu, tüm topluluklarda ve aniden gerçekleşen bir değişim değildi elbette, ancak bir topluluğun, kendini idamesi için gerekenden fazla ürün elde ettiği bir yaşam biçimini benimsemesi, ayrıca benimseyenlerin, benimsemeyenlerden daha fazla üremesi yalnızca doğal.

Bu tip toplumlar daha çok üremekle kalmadı, aynı zamanda bunlarda işbölümü çeşitlendi. Koşullar bir yandan farklılaşmayı bir yandan hiyerarşiyi doğurdu. Dahası, tam da tarım sayesinde ortaya çıkan boş zamanda insan düşüncesi üretimden daha bağımsız gelişebilmeye başladı. Tıbbın, mühendisliğin, bilimin kökenleri, yani insanlığın ortalama yaşam süresini bugün 70 yaşına çıkaran teknolojik ilerlemelerin temeli burada.

Bu nedenle gezici bahçelerle başlayan çiftçilik büyük bir sıçramadır, bir devrimdir.

İnsanlık tarihindeki diğer değişimi Harari bilimsel gelişmelerde görüyor. Bunu “cehaleti kabul eden modern kültürün, bilimsel keşiflerin bize yeni imkanlar sunabileceği” yönündeki ilerleme idealiyle açıklıyor. “Emperyalizm ve kapitalizm”in bilgiye yatırımla sermaye biriktirdiğini, kazanç elde ettiğini söylüyor. Neden bu gelişim Avrupa da oldu? Cevap, “çünkü onlar bu ideale inandılar” cümlesinden öteye gitmiyor. Bilgi toplama ve bilimsel gelişmelerin üretim sürecinin ihtiyaçlarını karşılamaya denk düşmesini, böyle bir ilk itkiyi yok sayıyor.

Önce İspanya, İngiltere ile başlayan ve daha sonra İspanya’nın gerileyip Hollanda’nın katıldığı, yeni toprakları sömürgeleştirme süreci nesnelliğin zorlamasına dayanıyordu. Avrupalıların yeni kıtalara yayılma sürecinin, vergi ve gümrükle birikim yapan Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u almasının hemen ardından başlaması tesadüf değildi. Dönemin hakim sınıfına, tıkanan ticaret yollarının aşılması için deniz yolculuklarına para yatırılması, bilgi edinmeyi ideal olarak görmeye başlamaktan daha çok bir ihtiyaca denk düşüyordu.

Kapitalist üretim biçimiyle birlikte toprağa bağımlı üretim biçiminin değiştiği koşullar yaygınlaştı. Zanaat ve ticaretin gelişimi, ileride gerçekleşecek Sanayi Devrimi'nin temellerini attı. Burjuvazinin iktidar mücadelesi, kağıt üzerinde de olsa, bir efendiye bağımlı olmayan insan fikrinin yolunu açtı, aydınlanmacı düşünce bu koşullarda olgunlaştı. Ve en önemli değişim: İnsanlar kitlesel hareketlerle kendi tarihsel çıkarları doğrultusunda tarihin akışını belirlemeye başladılar.

CENNET VE CEHENNEM

Tarım devriminden bugüne üretim biçimlerinin yarattığı çelişkilerin doğurduğu devasa çatışmalarla tarihsel ilerleme gerçekleşti. Bir yanda üretenin tüketeceğinden fazla olan kısmına, yani artı ürüne el koyan yöneticiler, üretim araçlarına sahip zenginler, diğer yanda emeğini satmaya mahkum geniş kesimler yarattı. Bu ilişki bugüne gelirken giderek karmaşıklaştı. Bu basit aletlerin üretim ilişkileri üzerinden türevi alınınca ortaya “sınırlı sorumlu şirketler” dahi çıkabildi.

Yazarın dediğini biraz değiştirerek “cennet de cehennem de” bizim ellerimizde. Bilinçli varlıklar olarak gelişkin düşüncelere kavuştuğumuza göre daha iyi bir toplumsal ilişkiler ağı, bir işbölümü sistemi kurgulayabiliriz. Bu kurgunun gerçekleşmesi için günümüzdeki somut ilişkilerin dönüşmesi gerekiyor. Yeni bir üretim biçimi gerekiyor. Tüm üretim araçlarının tüm topluma ait olduğu bir sistem. Böylece üretimimiz üzerinde toplumsal faydayı gözeten bir planlama ve bölüşüm ağı oluşturabiliriz.

Ne Hammurabi, ne de köle sahibi Jefferson tüm insanlık için bir ortak gelecek vaadedemiyorlardı. Bugün komünizm tam da böyle bir geleceğe işaret ediyor. Devletin, sınıfların, sınırların, dinin olmadığı bir sistem. Şimdi, bütün bu ideolojiler birbirinin dengi, diyebilir misiniz?

Sapiens'in günahları III - İnsanın ekolojik rolü

Canlılık tarihi, aynı zamanda var oluş ve yok oluşların tarihi. Canlılığın 4 milyar yıl önce ortaya çıkışından itibaren birçok türün soyunun tükendiğini biliyoruz. Öyle ki bugün yaşayan milyonlarca ökaryot türü, dünya tarihinde evrilmiş türlerin %1’ini bile muhtemelen temsil etmiyor.

Dünya tarihinde çok sayıda kitlesel yok oluş da yaşandı. Bunlardan en ünlüsü dinazorların yok olduğu 65 milyon yıl önceki vakaydı, ama çok daha vahim yok oluşlar da biliniyor: Örneğin 250 milyon yıl önce yaşanan bir vakada ise dönemin türlerinin %90 ila 96’sının yok olduğu tahmin ediliyor.

TÜRLER NASIL OLUŞUR VE YOK OLUR?

Yeni bir tür aslında her zaman, daha önce yaşayan bir türün devamıdır. Yani bir anda, sıfırdan doğmaz. Ama bir popülasyon genetik sürüklenme ve doğal seçilim süreçleri sonucu atasından veya yaşıtı olan akraba popülasyonlardan farklılaşabilir. Farklılık büyükse, örneğin at ve eşekte olduğu gibi doğurgan döl vermeye engelse, bilim insanları bu iki canlı grubunu farklı birer tür sayar.

Türleşmeyi hızlandıran doğal seçilim, fiziksel ve biyolojik çevresel koşullarla şekillenir. Milyonlarca yıl içerisinde çevre koşullarının sabit kalması pek mümkün değildir. Dünyanın yapısı ve iklimi sürekli değişir, ayrıca bir canlı soyunun etkileştiği diğer türler de sürekli değişir. Çevresel değişim sürdükçe, türler de hızlı ya da yavaş değişirler, bazen yeni türler doğar, bazen de yok olurlar.

Av-avcı ilişkisini ele alalım. Daha önce aynı çevreye uyum sağlayarak türünü milyonlarca yıl devam ettirebilen toplulukların, ortaya çıkan yeni bir avcı nedeniyle yok olabildiğini gözlemliyoruz. Örneğin Pasifik adalarına varan sıçanların buradaki yerli kuşların yumurtalarını yiyerek çok sayıda türü yok ettikleri biliyoruz. Tersine, bir avcının yok olması bir soyun çoğalıp ve çeşitlenmesine izin verebiliyor. Örneğin on milyonlarca yıl dünya üzerinde hâkimiyet süren dinozorların değişen çevre koşullarının etkisiyle 65 milyon yıl önce yok olması, memeli türlerin sayısında büyük bir artışa sebep olmuştu.

Bir diğer önemli ekolojik dinamik konak-patojen ilişkisi. Öldürücü veya sömürücü solucanlar, mantarlar, bakteriler ve virüsler genelde çok hızlı evrildikleri için konak popülasyonları üzerinde sürekli bir tehdit. Mesela geçen binyılda Amerika’da tüberküloz, Avrupa’da veba büyük nüfus kesimlerini kırmıştı. Eğer önlem alınmasaydı, HIV’in günümüz insan nüfusunun önemli bir kısmını yok etmiş olacağını tahmin edebiliriz. Hastalıkların tüm bir popülasyonun soyunu tüketebildiği, Christmas Adası’nın yerli sıçanlarını yok eden tripanozom gibi örneklerden biliniyor.

Bu tip yok oluş süreçlerinde, türün her bir üyesinin aynı sebepten ölmesi gerekmiyor. Koruma ve evrim biyolojisi araştırmaları, bir türün nüfusu belli bir rakamın altına indiğinde kendileşme, yani akrabalar arası çiftleşme sonucu türün kendi kendine tükenme yoluna girdiğini gösteriyor. Sayısı birkaç düzinenin altına düşen bir türü kurtarmak ancak çok özel önlemlerle mümkün olabiliyor. Kendi başlarına bırakılırlarsa yok oluyorlar.

YOK EDEN SAPİENS

Homo sapiens Afrika savanlarında ortaya çıkan ve bu çevreye göre şekillenmiş bir türdü. Bir noktada, diğer birçok canlı türü gibi göç etmeye başladı. Doğal olarak göç ettiği çevrede yeni bir avcı türü veya yeni bir av olarak her şekilde denge koşullarını değiştirdi. Ancak Homo sapiens’in diğer canlılardan farkı, keşfettiği yeni yerlere sosyal kültürü sayesinde hem çok hızlı uyum sağlaması hem de çevre koşullarını değiştirebilmesiydi.

Sapiens, 100 ila 50 bin yıl önce hem anavatanı Afrika’da, hem de dünyanın farklı kıtalarında yayılmaya başladı. Sapiens’in bu süreçte karşılaştığı zorlukları aşmak için kullandığı yöntemler, esnek beyni ve sosyalliği sayesinde bir kaplanınkinden, hatta diğer maymun ve insansı türlerininkinden de farklı olmuştur. Bu da modern insanın zaman içinde Dünya’da en baskın, en yaygın, biyokütlesi en yüksek soylardan biri haline gelmesine yol açtı.

Modern insanın yayılışı Afrika'dan yayılışı. Kırmızı bölge ve oklar modern insan popülasyonlarının çıkış bölgesi ve hareketlerini, turuncu bölge Neandertallerin ve sarı bölge Homo erectus türlerinin 100 bin yıl önce tahmini yayılım alanlarını gösteriyor. Rakamlar, modern insanın atalarının farklı bölgelere ulaştığı tarihleri gösteriyor.

İnsanın çevresini dönüştürme ve yeni doğal kaynaklara ulaşma yetisi, avcı-toplayıcı gruplarda bile, başka herhangi bir canlıya göre çok yüksekti. Ama bu yeti, tarım ile birlikte bir üst seviyeye çıktı ve müthiş hızlandı.

Harari’nin işaret ettiği gibi, bu faaliyetlerin doğrudan veya dolaylı yoldan çok sayıda türün yok olmasına neden olduğu bir gerçek. İnsan kaynaklı yok oluşların avcı-toplayıcı dönemden başlayarak yaşandığını, tarımla ve nüfus artışıyla hızlandığını biliyoruz.

HARARİ NEREDE YANILTIYOR?

Ancak Harari’nin sürekli olarak insan yıkıcılığına vurgu yapması, “suçu sabit,” diyerek insanı mutlak olarak mahkum etmesi, birden fazla sebeble kabul edilebilir bir yaklaşım değil.

Birincisi, Harari’nin anlatısı gerçekçilikten uzak. Doğa tarihinin doğru bir aktarımı dinamik çevreyi yok sayamaz; yani insan olmasaydı da türler, pek çoğu daha düşük bir hızda bile olsa, yok olacaklardı. Harari’ninki gibi abartılı yaklaşımlar, kamuoyunun zihninde “mutlak uyum içinde bir doğa varolduğu” algısının oluşmasına yol açabiliyor, ki bu bilimsel olarak geçerli değil.

Ama çok daha önemli bir nokta var.

Nasıl ki bugün bir Almanı, bir ABD’liyi, bir Türkiyeliyi, bireysel olarak, geçmişte ülkelerindeki hakim sınıfların akıl hocalığında yaşanmış kanlı olaylar, mesela soykırımlar nedeniyle suçlamak abes ise, suçlananda yapıcı olmayan bir ruh hali doğuracaksa, bugünün insanlığını da geçmiş tür kırımları nedeniyle suçlamak o kadar abes. Nitekim çevre ve başka türlerin akıbeti konusunda duyarlılık, aslolarak 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişti ve toplum düzeyinde yaygınlaştı.

Toplumu doğru yönde etkilemeye çalışan bir tarihçinin vurgulaması gereken, insanları olmayan suçlarla itham etmek değil, "bugün ne yapmalı," sorusuna yanıt aramak olmalı. Birkaç öneri sunabiliriz.

Birincisi, eğer tarihten bugüne dair ders çıkaracaksak, nüfus artışını, sermaye güdümünde plansız büyümeyi veya burjuva tüketim kültürünü masaya yatırmak gerekiyor.

İkincisi, bugün insanlık hiçbir türün yapmadığı biçimde, kendi biyolojik güdülerini kontrol edebilen, insanlık adına veya başka türler adına kendi biyolojik doğasına müdahale edebilen kültürler üretebiliyor. Nüfus planlaması ve doğum kontrolü veya veganlık gibi. Bu kültürlerin doğru ve kamusal düzeyde etkili biçimde geliştirilmesi sayesinde insanlığın başka türlerle uyumunu artırarak varlığını sürdürmesi mümkün olabilir. Bunu hatırlatmak gerekiyor.

Üçüncüsü, insanın doğa üzerindeki etkisinin farkına varılmasının gerisinde ekologların, koruma biyologlarının ve evrimsel biyologların onyıllardır süren çabaları, türlerin etkileşimleri ve değişimleri konusunda üretilen ciddi bilgi birikimi yatıyor. Bu birikim sayesinde, doğal çevreyi, kendi haline bırakıldığında olacağından belki daha etkili koruyabilecek, örneğin yabani koşullarda nesli tükenecek bir türü kurtarabilecek araçlar geliştirmekteyiz. Bu birikimin önemini ve geliştirilmesi gerektiğini vurgulamak gerekiyor.

“Hepimiz suçluluyuz” düsturuysa, hem dikkati yapılması gerekenden uzaklaştırıyor, hem de insanlık adına hakim sınıfların bundan sonra işleyebileceği suçları normalleştirmiş oluyor! Yani deyim yerindeyse Harari, sol gösterip, sağ vuruyor.

NEANDERTALLERİN YOK OLUŞUNUN SORUMLUSU BİZ MİYİZ?

Son olarak, Harari’nin vurgu yaptığı Neandertallerin yok oluşunu ele alalım. Bu, bilim camiasında halen tartışılan bir konu.

Neandertallerin batı Avrasya’da son izlerinin ortadan kalktığı 30 bin ila 19 bin yıl öncesinden söz ediyoruz. Kısaca özetlersek, söz konusu dönemde dünyada ciddi değişimler olduğunu biliyoruz. Bu dönem Son Buzul Çağı’nın sonunu kapsıyor. Neandertallerin yok oluşu da bu döneme denk geliyor. Buzul çağları sadece havanın soğuyup, her tarafın buzla kaplanması anlamına gelmez. Yapılan çalışmalar, bu dönemlerde havadaki karbondioksit miktarında, yani hem iklimde hem de canlılar dünyasında dramatik değişiklikler olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla halihazırda varolan koşullara uyum sağlamış bir türün, eğer esnek bir uyum yeteneği yoksa, böyle bir geçiş döneminde yok olması şaşırtıcı sayılamaz.

Özellikle de cüssece büyük, nüfusça küçük türler, çevresel değişim dönemlerinde soyları ilk tükenenler arasında yer alıyor. Mamutlar veya mağara ayıları gibi. Cüssece büyük olmaları, birey başına yüksek miktarda yiyecek ihtiyacı nedeniyle kıtlıklardan çabuk etkilenmelerine, sayılarının az olması, hastalık gibi rastgele olaylardan kolay etkilenmelerine neden olur.

Neandertaller de bu kategoriye giriyor. Yani her ne kadar alet kullansalar ve ciddi bir kültürel aktarım kabiliyetine sahip olsalar da, küçük nüfusları ve yoğun kendileşme nedeniyle, çevresel değişimlerden ve hastalıklardan en hızlı etkilenebilecek türler arasındalar.

Son Buzul Çağı’nda Neandertallerin bir sorunu daha vardı. Yaşam alanlarını kendilerine çok benzer bir türle paylaşmaya başladılar. Bu tür, Harari’nin anlatısında, Neandertallerden daha esnek uyumsal yeteneğe sahip olmuş olabilecek Homo sapiens idi (iki tür arasındaki bilişsel ve kültürel farkların tahmine dayandığı unutmamalı). Bu zor iklimsel değişim döneminde, sınırlı olan besin kaynaklarını yeni gelen modern insanlarla paylaşmak zorunda kaldılar.

Dahası Buzul Çağı sadece insan türlerini değil, Neandertallerin binlerce yıldır av olarak gördüğü diğer canlı türlerini de tehdit ediyor, bir bir yok ediyordu. Böylece besin miktarı daha da azalıyordu. Son yapılan çalışmalar, bu baskının Neandertallerin kendi insanlarını yemelerine bile yol açmış olabileceğini ima ediyor (gerçi ölü yeme adeti pek çok insan kültüründe mevcuttur).

Dolayısıyla Neandertallerle Homo sapiens grupları arasında fiziksel çatışma olmasa bile, aralarındaki besin rekabetinin Neandertallerin soyunun tükenmesine yardımcı olmuş olması mümkün. Yani iki tür, aynı ortamı paylaşan her tür gibi, gündelik yaşam mücadeleleri içinde birbirlerine dolaylı olarak zarar vermiş olabilir. Ama olmayabilirler de, bilemiyoruz.

Bir başka senaryo daha var. En az iki yüz bin yıldır batı Avrasya’da yaşayan Neandertaller, modern insanların Afrika’dan taşıdığı yeni patojenlere maruz kalmış olabilir. Bu şaşırtıcı olmaz, çünkü genelde sıcak iklimlerde mikrop çeşitliliği daha yüksek olur. Yani atalarımıza daha önce bulaşan ve atalarımızın doğal seçilimle, yani kırıla kırıla bağışıklık kazandığı mikroplar, bu sefer Neandertalleri kırmış olabilir. Tıpkı Eski Dünya’dan gelip Amerikan yerlilerini kıran tüberküloz gibi. Neandertallerin nüfusları küçük olduğu için bu salgının etkisi dramatik olacaktır.

Ama buna biyolojik bir savaş diyemeyiz. Fiziksel bir savaştan da bahsedemeyiz. İki türün birbirini bilinçli olarak yok etmeye çalıştığını varsaymak için elimizde somut ve tartışmasız tek bir delil yok.

HARARİ’Yİ MAZUR GÖRÜN!

Harari’yse bizi bu iki türü, birbirleriyle düşmanmışçasına karşı karşıya koymaya, bir tür etnik çatışma hayali kurmaya çağırıyor. Bir yanıyla, "etnik saldırganlık ezelden beri vardı," demeye getiriyor. Saçmalık.

Ama belki yazarı mazur görmemiz gerek. Nitekim dünya kapitalizminin yarattığı en büyük felaketlerden birinin, 60 yıllık tarihi neredeyse tamamen savaş ve katliam dolu, nüfusun neredeyse tümümü yarı-profesyonel asker ve paranoyak yapmış, “insanlığın ortak geleceği” ve “kardeşlik” gibi ülkülerin küçük bir azınlık dışında esamesinin okunmadığı, zavallı bir ülkenin, İsrail’in entelektüel çocuğu kendisi. Tabii bunu söylerken, İsrail'in çok sayıda sosyalist aydın yetiştirdiğini, ülkede Arap ve Yahudileri bir araya getiren komünist örgütlerin halen canla başla mücadele ettiğini hatırlatmamız gerekiyor. Ne yazık ki Harari, bu aydınlardan değil.

Ezgi Altınışık - Mehmet Somel

Sapiens'in günahları II - Bütünlüklü bir insan tarihi

Kitabın ilk bölümünde, insanın ortaya çıkışı ve diğer türlerle ilişkisi kitabın diğer bölümlerine göre hızlı ancak derli toplu incelenmiş. Ancak burada ufak tarihlendirme hatalarını düzeltmekte yarar var. Bugün -ve kitabının ilk baskısının yapıldığı 2011 yılında- modern insanın ilk kez yaklaşık 200 bin yıl önce Afrika’da tarih sahnesine çıktığı biliniyor. Ek olarak, Homo sapiens’in diğer insan türlerinden ayrıldığı dönemler artık genetik çalışmalarla belirlenebiliyor. Yazarın da kitapta atıf yaptığı, 2010 yılında Neandertal taslak genomunun yayınlandığı çalışmada, Neandertal-Homo sapiens ayrışmasının yaklaşık 300-400 bin yıl önce gerçekleştiği hesaplanıyor. Daha sonraları yapılan genetik çalışmalar, Neandertallerle ayrışmamızın yaklaşık 480 bin yıl önce gerçekleştiğini gösteriyor; bu da fosil kaydıyla uyumlu bir tahmin.

Afrika'da evrilen Homo sapiens’in, son 100 bin yıl içinde birden fazla Afrika’dan çıkış denemesi yaptığını biliyoruz. Bunlardan 100 bin yıl önce gerçekleşen ilk deneme, Arabistan Yarımadası civarında sekteye uğruyor ve ileriye gidemiyor. Bu yıl yapılan bir çalışmada, bu çıkışla birlikte modern insanların muhtemelen Levant bölgesinde ilk kez Neandertallerle karşılaşıp çiftleştiği gösterilmişti. Bugün Afrikalı olmayan toplumların bildiğimiz kadarıyla tamamı Neandertallerden bir parça taşıyor.

BÜTÜNLÜKLÜ BİR İNSAN TARİHİ ALGISI

Harari’nin daha ilk bölümde belirttiği “önemsiz bir varlık olarak insan” vurgusu aslında bilim tarihinde de önemli bir yere oturuyor. İnsan-merkezci yaklaşımların bilim dünyasından uzaklaştırılması bilim tarihinde ortak bir örüntü. Mesela insan-merkezci yaklaşım, bilimde “Dünya merkezli Güneş Sistemi” ve “insan-merkezli canlılık tarihi” fikirlerinin temellerindendi. Orta Çağ kültürünün önemli parametreleri olan bu yaklaşımların bugün tamamen yanlışlandığını biliyoruz. Aynı şekilde, burjuva düşün dünyasının ürünü olan “ben-merkezli toplum yapısının" da daha bütünlükçü sosyal teorilerle zamanla aşılacağı tahmin edilebilir. Ancak Harari, insan-merkezcilikten uzaklaşma çabasını, insan bilincini ve yarattığı kültür dinamiklerini dışlamak için kullandığında anlamsız bir tablo doğuyor.

İlk kısımda görece hızlı ancak etkili ve bütüncül yaklaşımla insan tarihi özetleniyor. Ancak ilerleyen bölümlerde bu yaklaşımdan bir kopuş olduğunu görüyoruz. Bunu somutlamak üzere, kitapta bilincin evriminden bahsedilirken beynin biyolojik ve kültürel evriminin bağlamından nasıl koparıldığını ve yazarın bilim-dışı denilebilecek bir pozisyona nasıl savrulduğunu inceleyeceğiz.

30 BİN YIL ÖNCE BEYNİ DEĞİŞTİREN MUTASYONLAR?

“Bilişsel Devrim, 70 ila 30 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına gelir. Sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, en çok kabul gören teoriye göre genetik mutasyonlar Sapiens’in beyin iç yapısını değiştirerek, daha önce mümkün olmayan şekillerde düşünmelerini ve tamamen yeni dillerle iletişim kurabilmelerini sağladı. Bilgi Ağacı mutasyonu adını verebileceğimiz bu mutasyon, neden Neandertal yerine Sapiens’in DNAsında gerçekleşti? Bilebildiğimiz kadarıyla bunun sebebi tamamen tesadüf, önemli olansa Bilgi Ağacı mutasyonunun sebeplerinden ziyade sonuçlarını anlamak.”

Yukarıda alıntılanan paragraf, aşağıda ortaya koyacağımız bir dizi önemli bir hatayı barındırıyor.

Birincisi, beyin ve bilişsel kapasite gibi karmaşık özelliklerin türler arasında evriminin tek bir mutasyona dayanmadığını her biyolog ve antropolog bilir. İnsanda beynin evriminin de tek bir mutasyonla olmadığını, birçok faktörün bir araya gelmesiyle bugünlere geldiğini biliyoruz. 2 milyon yıldır bu sürecin hız kazandığını, hem fosil kaydında beyin hacmindeki değişimlerden, hem de alet kültüründeki değişimlerden görebiliyoruz.

Şimdiye kadar yapılan çalışmalar, beynin evriminde birçok genin etkileşiminin rol oynadığını gösterdi. Bu genlerde meydana gelen bazı değişimlerin (mutasyonların) insan soyunda doğal seçilimle yaygınlaşması, beyin gelişiminin milyonlarca yıl içinde değişmesini sağladı. Beynin maruz kaldığı sosyal ortamların değişimi de bu evrim sürecini şekilllendirdi.

Bir örnek, 2011 yılında farkedilen SRGAP2 geni mutasyonları. Yapılan çalışmalar, SRGAP2 geninin insan soyunda birden fazla kez ikilendiğini, ortaya çıkan kopya genin faaliyetinin de sinir hücrelerinin yapısını etkilediğini gösterdi. Spesifik olarak, kopyalanan genin aktivitesinin sinir hücrelerinin dallanmalarını arttırdığı görüldü. Bu yolla da aralarındaki iletişimin daha etkin hale gelmiş olabileceği düşünülüyor. Ayrıca insanda bulunan kopyanın toplum içinde çeşitlilik göstermemesi, SRGAP2’nin bugünkü insan beyninin işleyişinde önemli bir payı olduğuna işaret ediyor. Demek ki her sağlıklı insanda iki kopya gerekli.

İkilenen genler insan beynini nasıl şekillendirdi?

Bugüne kadar insan beyninin evrimi ile ilgili başka genler de bulundu. Bunların ortak özellikleri insan soyunda belirgin mutasyonlar geçirmiş olmaları ve bu mutasyonların beyin gelişimini etkiliyor olması. Bunlar arasında dil yetisiyle ilişkili FOXP2 genini veya beyin hacminin ve kıvrımlarının artmasına yol açtığı düşünülen ARHGAP11B genini sayabiliriz. Ancak daha keşfedilmemiş onlarca başka gende mutasyonlar olduğunu tahmin edebiliriz.

Burada önemli bir nokta, FOXP2, ARHGAP11B ve SRGAP2 genlerinde keşfedilen değişimlerin Neandertal genomunda da bulunması. Bu da doğal, çünkü Neandertal beyni mutlaka modern insan beynini benziyordu; büyüktü, alet yapmaya, hatta sembolik davranışa yatkındı, vs. Dolayısıyla beyin evrimiyle ilgili değişimlerin çoğu 70 ila 30 bin yıl önce değil, en az 400 bin yıl önce, Neandertal ve modern insanın ortak atalarında yaşanmıştı.

Harari'nin tarihlendirmesinde bir sıkıntı daha var. 70 bin yıl önce bugün yaşayan insan topluluklarının (Güney Afrika'da San popülasyonunun, diğer günümüz Afrikalılarının, Avrasyalıların) ataları birbirlerinden ayrışmışlardı bile. Dolayısıyla Harari'nin varsaydığı 70 bin yıllık mutasyonlar ancak belli bir topluluğa ait olabilir, tüm insanlığa değil. Böyle mutasyonlar bilinmiyor; bunları yalnızca ırkçılar varsayıyor.

GERÇEKTEN TESADÜF MÜ?

Bir diğer sorun ise "tesadüfi mutasyon" konusu.

Evrim, her fen bilimcinin bildiği gibi, sadece mutasyonlarla değil, doğal seçilim, genetik sürüklenme gibi birçok faktörle yürüyen bir mekanizma. Mutasyonlar, yani DNA değişimleri tesadüfen gerçekleşir. Mutasyonlar bir popülasyon içinde tesadüfen yayılabilir (genetik sürüklenmeyle). Ama bir mutasyonun popülasyon içinde yayılması tesadüf olmayabilir de. Mutasyon, spesifik biyolojik ve fiziksel koşullarda canlının hayatta kalma ve üreme başarısını artırıyorsa, popülasyon içinde nesilden nesle öngörülebilir şekilde yayılabilir (pozitif doğal seçilimle).

İnsan evriminde de bu koşullardan başlıca beşi, birbirini tetikleyerek beyinin evrimini de hızlandırdı: bipedalizm (iki ayaklılık), el-göz koordinasyonu, alet üretme, iletişim becerileri, yeni beslenme pratikleri, örneğin avlanma ve kök toplama. Bu beşli, insan beyninin hem fizyolojik hem de kültürel gelişiminde rol oynayan, aynı zamanda son 2 milyon yılda hacmi logaritmik şekilde artan beynin evrim hızını açıklayabilecek etmenler. Bu tip özelliklerin, çevre koşullarının istikrarsız olduğu savan ortamında yararlı olduğu düşünülüyor.

İnsan soyunun 6-7 milyon yıldır süren evriminde binlerce gende toplam yüz binlerce mutasyon ortaya çıktı. Bu mutasyonlar arasında, atalarımızın yaşadığı ortamlarda yaşama ve üreme başarısını artıranlar doğal seçilimle yayıldı; yeni beyin gelişimi örüntüleri, yeni bilişsel yetenekler ve davranışlar evrildi. Örneğin öğrenme yeteneğinde gelişmenin daha gelişkin alet teknolojilerinin kültürel evrimine izin verdiği, bunun da daha zengin beslenme imkanları yarattığı biliniyor. Bu yeni davranışların yarattığı yeni ortamlarda, yine yeni faydalı mutasyonlar seçiliyordu. Yani bir mutasyonun yayılıp yayılmaması, tesadüfi etmenler kadar, çevresel koşullarla da alakalı.

Harari'nin modern insana mahsus (Neandertalde ortaya çıkmayan) "Bilgi Ağacı mutasyonu" iddiasına dönelim.

Yazarın söylediği gibi, modern insanda Neandertalde bulunmayan, beyin gelişimiyle ilgili bir dizi mutasyon gerçekleşmiş olabilir - bu kesin olmasa da, ciddi bir olasılık. Ama birincisi, bunlar 70 bin değil, tüm insanlığın ortak atalarında, yani en az 200 bin yıl önce ortaya çıkmış olmalı. Çünkü insan popülasyonlarının bilişsel yeteneklerinin benzer olduğu, gruplar arasında bugüne kadar genetik temelli davranışsal farklar olmadığı, olası farkların da çevresel olduğu düşünülüyor.

İkincisi, bu mutasyonların modern insanın atalarında yayılmış olması tesadüf olmayabilir. Bu, modern insanın atalarıyla Neandertallerin ortam farklarıyla ilgili olabilir. Örneğin modern insanın atalarının Avrasya'da değil Afrika'daki (belki daha çetin, belki daha rahat) yaşam koşullarıyla ya da görece yüksek nüfuslu gruplar halinde yaşamalarıyla ilgili olabilir. Tesadüf olup olmadığını bugün kesin olarak söyleyemiyoruz; ama Harari'nin bilimsellikten uzak bir kestirmecilik sergilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

AŞIRI İNDİRGEMECİLİK

Vurgulanması gereken bir nokta daha var. Evet, Harari’nin de bahsettiği gibi soyutlama, onun deyimiyle "hayal kurma", kültür oluşumunda önemli bir basamaktı, ancak herşey değildi! Yukarıda saydığımız etmenler olmadan, örneğin alet kullanımını hesaba katmadan ya da sosyal zekanın, öğrenme-öğretme yetisinin ve grup davranışının gelişimini hesaba katmadan modern insanın bilişsel evrimini anlayamayız. Yazarın, kitabın ilk bölümünde bütünlüklü bir anlatım benimseyip kitabın kalanında bu yaklaşımdan vazgeçerek aşırı indirgemeci bir yaklaşım geliştirmesi şüphe uyandırıyor. Beynin ve bilincin evrimi o kadar karmaşık bir süreç ki, bunu “Bilgi Ağacı Mutasyonu” gibi tekil bir yapıya indirgemek, insan evriminde büyük değişim geçiren çok sayıda davranış arasında hayal kurmayı ve dedikodu yapmayı öne çıkarmak, böylece süreci bütünlükten koparmak, ilerleyen bölümlerdeki iddialarını desteklemek amacıyla seçilmiş bir yol izlenimi uyandırıyor.

Ezgi Altınışık

Sapiens'in günahları

Bu dizide, tarihçi Yuval Noah Harari tarafından yazılan ve 2012 yılında yayımlanan, 2015 yılında Türkçeye çevirilen “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: İnsan Türünün Kısa Tarihi" adlı popüler bilim kitabını bir grup bilimci ve bilimsever eleştirel gözle inceliyor ve tartışıyoruz. Kitabın biyolojik ve toplumsal tarih üzerine savlarının eleştirisi beş bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, yazarın temel tezinin, "hayal gücü sayesinde herşeyi kurgular ve yönetiriz" fikrinin eleştirisine odaklanıyor. İkinci ve üçüncü bölüm yazarın biyolojik evrimle ilgili yazdığı kısımdaki önemli eksikleri ele alıyor. Dördüncü bölüm yazarın tarihi inceleme yöntemi ya da yöntemsizliği hakkında bir eleştiri. Son bölüm ise kitabın, gelecek hakkında kapitalizmin sınırlarını aşamayan yaklaşımını ve bu yaklaşımın alternatifini işliyor.

I - Cevap arıyoruz

II - Bütünlüklü bir insan tarihi

III - İnsanın ekolojik rolü

IV - Tarih yönsüz mü?

V - Gelecek kurgusu

VI(EK) - Dilin evrimi üzerine tartışıyoruz...

27 Mayıs 2016 Cuma

Burgaz Ada'da Kuş Gözlem Gezisi

GÜNCEL: Gezimiz Adalı Dergisi yazarı Sema Askeri Uzuner tarafından kayıt altına alındı. Okumak için tıklayabilirsiniz!


Sait Faik Abasıyanık Müzesi ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi ortaklığı ile bu yıl Burgaz Ada'da düzenlediğimiz bilim atölyelerinin kapanışını kuş gözlem şenliği ile yapıyoruz.

Öğretmenler, veliler, tüm meraklılar katılabilir. Ama öncelik çocukların. Katılım yoğun olursa kuş gözlemciliği üzerine genel bir sunuşun ardından küçük gruplara ayrılacağız. Ben çocuklarla gezerken ilgilenenler adayı serbest gruplar halinde inceleyebilirler. 

Doğa gözlemleri için bir dürbün edinmenin vesilesi olabilir bu etkinlik...

[Afişi büyütmek için üzerine tıklayın]

1 Nisan 2016 Cuma

Çocuklarla doğa gözlemi üzerine sohbet

Ne demek mi oluyor doğa gözlemcisi? Yağmurun seyircisi olmaktır. Kartopu oyuncusu olmaktır. Kelebeklerle koşan atlet olmaktır. Hangi ağacın hangi ayda çiçeklendiğini söyleyen bilge olmaktır. Gecenin kokusunu, karıncanın sesini duyan sezgin olmaktır.

Peki doğa gözlemcisinin el kitabı "Doğadayım" serisi için çocuklar neler dedi? Biz sohbet ettik, sohbetten minik bir seçkiyi burada yayınlıyoruz. Daha fazlası için bizzat deneyimleyebilirsiniz. Benimle de yaşadıklarınızı paylaşırsanız mutlu olurum. 


Maymun Manzaraları



Bizim Kuşlar