16 Haziran 2023 Cuma

Emeğe şükran duası

 

Kazimir Maleviç - Bıçak bileyici

Bize yediğimiz ekmeği üreten,

Arpadan içtiğimiz birayı mayalandıran, 

Bunu eken biçen,

Ekini kolay toplamak için alet tasarlayan, 

Hasatı kilometrelerce mesafe boyunca taşıyan,

Bu kolektif hareketin farkına varan

Emekçilere

Ve bunun evrildiği evrene saygıyla...

4 Haziran 2023 Pazar

İnsan bencil mi -> Bir yılın ardından



Biyolojik sınırlarıyla hafızam, hıza boğulmuş gezegende yeterli olmadığı için ben de elektronik alet kullanarak kendimi yeni güne hazırlayanlardanım. Gördüklerimi, bildiklerimin detaylarını, bazen gereksiz verileri elektronik kodlara dönüştürüyorum; aklımın çağrıştırdıklarını arama motoruyla gözümün önündeki ekrana getiriveriyorum. 2000lerin başında, daha ilk gençlik yıllarımda dergiler, kitaplar, ansiklopediler aracılığıyla o zaman da hafızam beyin küresinin dışına taşıyordu. Bu düzeyden geri dönüş yok artık... 

Gecemizi aydınlatan, evrendeki her türlü hareketimizi devleştiren elektrikli dünyanın diğer foksiyonlarını küçümsemiyorum; aslında, insanın alet yapma becerisine hayranlık duymamak elde değil. Kendi tanrısallığımıza, yine insan olarak bizlerin huşulu bir saygı duyması diyelim. Dahilere, mucitlere, yeteneklilere hayranlık değil de insanlığın bütününe, kolektivitesine kadeh kaldırmayı tercih ederim. Çünkü her insanın potansiyeli oldukça iyi işler üretebilir, vasatlığa mahkum eden çağdan kurtulursak eğer. Sessiz kalabalıkların bilinçli çoğunluk olduğu gün, işte o gün bizi kimse tutamaz...

Hafızaya dönersek, zihinsel becerimizle yaşadıklarımızı işleyerek kişi oluşumuzun sağlamaya çalışıyoruz. İlişkiler ağının içinde türümüzün bir bireyi olmaya çalışıyoruz. Toplumsallığın içindeki tekillikler olabiliyoruz, ama hala özgünlükler olmaktan uzak olduğumuz bir evre. Üstelik elektronik işlem becerisiyle zihinsel kapasitemiz de kişiye ait bir boyutta olmaktan uzak. Karmaşık matematiksel işlemler, çok geniş veriler arası gezinmeler, gözlerimizle göremediğimiz boyutlardan görüntü getirmek mümkün. Hafıza ve zihin iç içe kelimeler, belki de aynı şeyin farklı vehçeleri denebilir. Biri içeriye dair daha fazla iş üstlenirken diğeri daha dışarıya dönük etkileşimlerin uzantısı ve biyolojik yapımızdan fazlasına tekabül ediyorlar her zaman. İkisi de zamansal akışla biçimlenirken bilincimiz sahneye giriyor. 

Bilinç, biyolojik uyanıştan, kendi benliğimizi fark etmekten daha fazlasına işaret eden bir oluş hali. Var oluşumuzun milyonlarca, milyarlarca olası kombinasyon içinde rasgeleliklerle olma durmuna bir direnç. Kendi tarihselliğimizin öyküsünü inşa etme becerimiz, sadece bize, sadece bireye ait olmayan büyük bir dönüşümün ürünü. Toplumun ve yarattığı tarihin ürünü bilincimiz, irademiz oluş içindeki hayatımıza yön verebilmemizi sağlayan şey. Var oluş, yaşamın zenginliğini renkli haplar içinden zevke göre seçerek şekillendirdiğimiz bir benlikten öte, bilinçli olarak genel deseni belirledikten sonra içini gerekli araçlarla oya gibi işleyebildiğimiz bir örgü ya da böyle olmalı.

Kendi biyolojik köklerimizi aşan, bireyselliğimizin, yaşadığımız toplumsallıkla ilişkisini anlayan bir bilinçlenme bahsettiğim. Toplumsallığımızı anlamak, onda var olan köklerimize bakarak mümkün. İnsanlığın tarihi, o tarihin içinde oluşan kendimizi görmemizi sağlıyor. Zorunlu zaman ve mekan içinde yaşadığımız tarihselliğin bilinci, kavradığımız sınırlarımız ve bu sınırları irademizle değiştirme çabası özgürlüğümüzü getiriyor. Bireyin oluş sınırları yine kendi toplumsallığının oluş sınırlarıyla iç içe, dönüştürmeden dönüşmek mümkün olmuyor...

Buradaki niyet yeni bir kişilik teorisi geliştirmek değil, şimdiye kadarki açıklama çabalarının ve keşfedilen özeliklerimizin aslında ne kadar birbirinin içine girdiğini düşündürmek. Mistik bir özümüz olduğu düşüncesini aşan biyolojik köklerimizi vurgulamak, evrilen canlılığın bir parçası olarak oradan taşıdıklarımızı masaya koymak önemliydi. Şimdiki evre bu kökleri hatırda tutarak biyolojimizi aşan yönlerimizi kavramak, kendi başına var olamayacak kolektif hafızamızı ve eylemliliğimizi takdir etmek, hakkını vermek. Şimdi olduğumuz insanı yapan veya istediğimiz insanı yapamamıza engel olan şeyin insanlığın tarihinde saklı olduğunu görmek. Bunu öğrenmekle, yanlış bilinç halinin farkına varmakla başlıyor yeni yolculuğumuz.

Var olduğumuz toplumsallığı biyolojik yapımızla çiğniyor muyuz? İnsanın biyolojisi nedir? Doğamız bencillik üzerine mi, özgecilik üzerine mi kurulu? Yoksa nötr mü? En genel haliyle insan "kültüründen" bağımsız mı? Tarihsel maddecilik indirgemeci bir metod mu? Yansıttığımız davranış biçimleri ne ölçüde biricik, yoksa birbirimize benziyor muyuz? Neden?

Nevzat'ın kitabı, işte, bu arayış pratiğinin bir ürünü.

...

Neden bu yazı bir yıl sonra? Yanıtı kendi kişisel hafızam. Evrim, zihnimin fiziksel olarak ayrı ama içsel bir parçası olmuştu. Bazen ayrılmak gerekir o parçadan. Bu yıl hayat eşim Evrim'in, yoldaş Nevzat'a dönüşmesi süreciydi. Birleşen zihinlerden ve bir olan hafızadan kopuşun sanıcısı, başka bir oluşa geçiş için gereken bağımsızlığın edinilmesi idi. 

İyi bir ilişki diyologlar bütünüdür, evrilen dilin değerini bilmektir. Karşılıklı konuşmalarda, satırların yarısını silmeye çabalamak anılara ihanettir. Kendini deli yerine koymak, boşluğa konuşmuş olmaktır. Birlikte oluştuğumuzu bilmek, insanlığı birbirinde somutlamak büyük bir deneyimdi. Birlikte inşa ettiğimiz yılların tartışmaları, öyküleri, insanlığın bütünüyle kurulan ortak duygulanımlar, arzular işte bu kitapta Evrim'in kaleminden aktı.

Değişebilmek için değiştirmek isteğimiz öykümüz bir eşiğe vardı. Bir tamamlanma hali, dairenin kapanması değil de bir üst düzleme ulaşma momenti. Bugün başladığımız yerde değiliz. Büyüdük, olgunlaştık, insanlığın kolektif mücadelesine, tarihe katkı koyarak yürüdük, birlikte öğrendik. Öğrenmeye devam ediyoruz, artık ayrı etkileşimlerle. Ama türdeşlerimizin içinde...





1 Temmuz 2022 Cuma

Yıldız Tozundan Dinozorlara, Dinozorlardan İnsana, İnsandan Yeniden Yıldızlara

 

@Tuncay

Evreni, maddeyi, canlılığı ve insanı birbirini doğuran bir tarihsel akış içinde anlatan “Başlangıçta hidrojen vardı,” “Bilinç gökten düşmedi” ve “Biz bu evrenin çocukları” bilim serisi başucu kitapları arasında sayılabilir. Nörobilim alanında profesör, aynı zamanda güçlü bir popüler bilim anlatıcısı olan Hoimar von Ditfurth’un (1921-1989) kaleme aldığı kitaplar kapsamlı bir doğa tarihi anlatısı sunmaktadır. Ditfurth, 1970’li yılarda başlamış olduğu ve daha sonra gözden geçirilmiş yeni baskıları yapılan seriye zamanla yeni kitaplar eklemiş. Türkçeye ilk çevirisi “Dinozorların Sessiz Gecesi” ismiyle derleme şeklinde 1990’lı yıllarda Veysel Atayman (1941-2016) tarafından kazandırılmış. Kitapların tam çevrisi ise 2000’li yıllarda yine Atayman tarafından tamamlanmış ve son haliyle basılmıştır.

Kitaplar, yayımlandığı tarihin güncel bilgilerini kapsamlı şekilde içermekte ama dar bir bilimsel bilgi aktarımın ötesine de geçmektedir. Ditfurth, bilimi bir seri bilgiler kümesi olarak gören, saf bilgiye indirgeyen yaklaşımdan uzak durmaktadır; tersine hedefinin bilimsel bilgiyi bütünlüklü bir ilişkiler ağı içerisine yerleştirmek, sorgulayıcı bir perspektif kazandırmak olduğunu da ifade etmektedir. Okuyucuyla birlikte soruların peşinden giden, yanıtların kendisini didikleyen bir tarzla yazmıştır.

Bilimsel bilgi edinmeyi dünyayı anlamaya, kavramaya dair bir perspektif edinmek olarak kodlar Ditfurth. Bunu inşa edebilmek için genel olarak tarih üstü anlatıyla, insan merkezci (antropomorfizm) bakışla, sayısallaştırılmış ve yinelenebilir verilerin yalnızca bilim olarak algılanmasıyla mücadele eder. Bu yaklaşımlardan farklı olarak tarih bilimini, insanın öznesi olduğu tarihin gerisine, evrenin tarihine doğru uzatır ve insanın tarihini de bunun içine yerleştirir. Doğayı, insanın kültürel alışkanlıkları ile yorumlayan bakışı kırmaya çalışır, insanı yaratma hedefiyle ilerleyen “evrimci” safsatayla uğraşır. En nihayet, bir kere gerçekleşmiş olayların bilimsel olarak nasıl çözümlenebileceği üzerine eğilir ve kanıtlara dayalı olasılıklar zincirini oluşturmayı dener.

Doğanın Devinimini Anlamak

Seri, bir tırtılın öyküsü ile başlar. Başkalaşım geçireceği kozayı örerken koruyucu bir yaprağa sarınır, hatta tek bir yaprak değil, başka yaprakları da işe katarak av olma ihtimalini azaltır ve etkileyici bir kelebeğe dönüşüp kozadan sağ salim çıkar. Bu stratejinin ne kadar akıllıca olduğunu herkes kabul edecektir. Peki, yaratıcı akıl insana özgü değil miydi? Ya da son hedefi başlangıçta bilmeyen doğa bu aklı nasıl geliştirmiş olabilir? Serinin daha ilk girişinde aklın ne olduğu ya da akıl olarak kodladığımız özelliklerin ne kadar insana özgü olduğu sorgulanır.

Ditfurth, aklı maddeden ayrıştırmaya karşıdır. Evreni anlama kapasitesi evrilmiş insanı parçalara bölen, doğadan ayıran düalizmin, birbirine değmeyen ayrı dünyaları kabul ettiği ve ayrı ayrı araştırma, sorgulama yolları geliştirdiğini belirtir; bunun bilimsel yöntemi yarı yolda terk etmek anlamına geldiğini vurgular. Benzer bir yönelime pozitivist bilim anlayışının da sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özneden özneye değişmeyecek bilgi arayışında nesne ile bilgisi arasındaki bağı koparan bir noktaya ulaşırlar. Nesne, insanı “cevabın doğru” diye onaylayamayacak ise doğruluk kararı sadece zihinde verilebilir bir olgu haline gelir; böylece doğru, gerçekliğe denk düşen bir şey olmaktan azade olur. Oysa varlık ile bilgisini (ontoloji ile epistemolojiyi) ayıran düşünsel geleneğe karşı bütünleştiren bir pozisyon tam da bu ikisinin ortak kökleri olması sebebiyledir. Bu nedenle Ditfurth, tin bilimleri (zihin bilimleri) ve doğa bilimlerinin birleşimini savunur, tek bir sürecin farklı dönemeçleri olduğunu örnekleriyle açıklar.

Dolayısıyla seri herhangi bir sorudan bilimsel olmadığı gerekçesiyle, pozitivistlerin kaçındığı gibi, kaçmaya gerek duymaz. Henüz neredeyse bir mucize gibi görünen soruları sormaya devam eder: Başlangıçta ne vardır? İnsanın başlangıcında ne vardı? Daha öncesinde hayvanların, bitkilerin, tüm canlıların başlangıcı neydi? Gezegenin, Güneşin, evrenin başlangıcı nasıldı? Her seferinde daha önceye giden soruları cevaplayabilmek, bilimsel bir perspektif geliştirmek mümkündür. Gezegenimiz tüm Güneş Sistemi ile birlikte oluşmuştu. Güneş Sistemi ise önceki bir yıldızın çöküşü ve buradaki yıldız tozlarının farklı bileşikler üretmesi sayesinde ortaya çıkmıştı. Yıldızların oluşumu gibi, evrenin başlangıcı için de benzer bir ilişki ağı düşünülebilir. İçinde yaşadığımız evren daha önceki bir evrenin çöküşü ve yenisinin doğuşuyla başlamış olabilir. Yani evren zaman ve uzam açısından sonsuz olmayabilir, ama devinimin sonsuz olması şu anki düşünce ve bilgilerimizle en muhtemel durumdur.

Sonsuz başlangıçlar ve sonsuz bitişler. Ditfurth, bu hareketli hali bugünkü düşünme alışkanlıklarımız nedeniyle anlayamıyor olabiliriz, der. Tıpkı aynı zihinsel potansiyele sahip olduğumuz, ancak, mikroskobik parçacıkları düşünmeye alışık olmayan eksi çağ insanının, bir canlının hücrelerden oluşması durumunu anlayamayacağı gibi.

Öykümüz

Birinci kitapta evrenin 14 milyar yıllık öyküsü eldeki verilere, heyecan verici gözlemlere dayanarak anlatılıyor. Enerjinin ve maddenin dönüşümü, evrenin ilkin koşullarında bir proton ve bir elektrondan oluşan hidrojen atomlarının birleşerek diğer atomlara dönüşümünün tarihi ile başlıyor. Gezegenimiz Dünya’nın, Güneş Sisteminin ilk oluşumundan sonraki evrimi, ateş topu hali, katı katmanların oluşumu, suyun birikimi ve ayrışması, oksijensiz atmosfer ve zamanla ozon tabakasının oluşumu, kayaların dönüşümü ve kıtaların magma üzerindeki hareketi, tüm bu koşulların yarattığı olanaklarla canlılığın oluşabilmesinin bilimsel öyküsünü dinliyoruz.  

Cansız moleküllerden canlı moleküllere geçiş arasında aşılması imkânsız uçurumlar ya da bir Çin Seddi’nin neden bulunmadığını anlamaya başlıyoruz. Evrende gördüğümüz tüm kimyasal moleküllerle aynı yapıda olan, aynı fiziksel ve kimyasal özellikleri gösteren canlılığı yakından tanıyoruz. Canlı hayatı başlatan molekülleri, onların daha bütünleşik bir yapıya doğru dönüşümüyle hücreyi oluşturmasını, sonrasında daha karmaşık yapılara doğru evrilen ve devasa bir çeşitlenme gösteren yaşam ağacının detaylarını öğreniyoruz. Yaratıcı potansiyelin nasıl somut hale gelebildiğini görüyoruz: Bir önceki adımdan türeyen yeni koşullar, bunların doğurduğu daha da yeni durumlar, yeni koşulların eski koşulları değişmeye zorlaması. Geçmiş şimdiyle, şimdi gelecekle bağlantılı. Mevcut bağlantılar ise hem zorunlu hem olasılıksal bir tarihi akışın ürünleri olarak karşımıza çıkıyor.

Suda başlayan hücresel yaşam, farklı hücre çeşitlerinin oluşması, oksijenli solunum yapan hücrenin evrilmesi, yaşamın sudan karaya doğru çıkması, dinozorlar devri ve bu devrin kapanması, kuşların ve memelilerin çeşitlenmesi, tüm gezegene yayılması ve insanın memeliler içinden evrilen bir kol olması gibi yaşamın tarihinde merak uyandıran kimi süreçler açıklanıyor. Her biri tarihsel olasılıkların hareketiyle gerçekleşen somut durumlar. Yaşam, olası koşullar içinde bir kere oluştuğu biçimle bir daha oluşamaz belki, ama bu perspektifte yaşamın tek biçimde oluşma zorunluluğu da yoktur. Örneğin Dünya’nın erken dönem koşullarında birçok çeşitte “başlangıçlar” oluşmuşken bunlardan sadece birisinin soyunun bugün yeryüzündeki canlı türlerini vermiş olduğunu düşünebiliriz. Biçimlerden herhangi birinin olasılığı çok düşük olabilir ama bir kere gerçekleşen bir biçimdeki yaşam kendi yolunu yürüyecektir. Bu yaşamı farklı biçimlerde ortaya çıkaracak potansiyel, evrenin şu ana kadar oluşan, gelişen kısmına bakıldığında gayet mevcuttur; evrendeki moleküllerin doğurgan olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci kitap baştan sona bilinç üzerine eğiliyor. Bilinç de birdenbire ortaya çıkmıyor, diğer biyolojik özellikler gibi evriliyor. Son durumda sinir sisteminin evrimiyle ilişkili gelişiyor, ama aynı zamanda çevreyle etkileşimi sağlayan diğer biyolojik özelliklerle de bazen ortak, bazen paralel ilerleyen geçmişi paylaşıyor. Üçüncü kitap ise mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki ağın nasıl örüldüğüne odaklanıyor.

Bu çok kapsamlı çalışmaya dair her şeyi söylemek elbette mümkün değil. Ancak okurken dikkat edilmesi gereken son bir noktayı vurgulayabiliriz. Canlıların evrimi, tarihsel akış içinde karmaşıklığın artışını takip eden yol olarak ele alındığında belli bir karmaşık yapıya doğru, amaçlı bir ilerleyiş olarak algılanabiliyor. Aslında doğal evrimsel kuvvetlerin, eski bir benzetme ile “kör saatçi” olduğunu aklıda tutmak lazım. Seride ister yaşamın ortaya çıkışını ister bilincin evrimini veyahut görece daha sade bir özellik düşünelim, bu noktaları “hedef”ler olarak düşünmek sorunlu olacaktır. Bir olguyu ele alırken, geriye dönüp ara basamakları inşa ederken belli bir aşamaya gelmiş, olmuş olan olayların bütünselliğine bakıldığı için belli bir kurgusal sapma oluşuyor. Doğal olarak sondan başa gidiş erekselci (amaçlı) bir biçimin varlığını hissettiriyor. Düşünsel olarak bu perspektiften uzak durulsa da bilim dilini farklılaştırmanın kolay olmadığı kesin. Bir ölçüde tatsızlık yaratıyor, ne yazık ki.

Bitirirken…

İnsan, maddenin ve canlı evriminin ürünü, evrenin doğurduğu çocuklardır. Zamanın ve uzamın büyüklüğü içinde kaybolmadan, birbirimize tutunarak var olabiliriz. Hatta mevcut olan atmosferden daha fazlasını yaratabilecek potansiyele sahibiz. Sadece insan bilincinin yaşadığı sıçramanın soyumuza çok daha büyük sorumluluklar yüklediğini fark etmemiz gerekiyor.

Künye:

Ditfurth, Hoimar (2007); Başlangıçta Hidrojen Vardı | Bilinç Gökten Düşmedi | Biz Bu Evrenin Çocukları; Çeviri: Veysel Atayman; Cumhuriyet Kitapları, İstanbul.

19 Aralık 2021 Pazar

Mantıksal Pozitivizm ve Eleştirisi




Bir bildirge ile 1929 yılında kendi “bilimsel dünya algılayışı”nı ilan eden Viyana Çevresi, daha ileri bir tarihte mantıksal pozitivist ismini benimsemiştir. Bilgi üretiminin hızla arttığı bir dönemde hangi bilginin meşru olduğu, hangi bilgiye güvenip tercih edileceği üzerine tartışırlar. Bilimsel bilginin deneyimlerle duyumsanan ve mantıksal bir biçim verilmiş yapıya sahip olması gerektiğini savunurlar. 

Olgusal bir içeriğe sahip olmayan fizik ötesi anlamında metafizik “bilgi”nin bilgi dağarcığından çıkarılması gerekliliği üzerinde dururlar; inançların ve fikirlerin, öznellikten arınmış “saf” bilgiden ayrıştırılmasının metodolojik olarak mümkün olduğunu düşünürler. Bu noktada bilgi üretildiği özne ve nesneden koparılarak yaratıcı aklın becerisine teslim edilir. Dolayısıyla yanlış veya doğru bilgi, duyumsanan bir olguya denk düşen ve fakat biçimsel mantığın kurallarına göre karar verilen bir niteliğe bürünür. 

Diyalektik perspektif ise bilgi üretiminin yalnızca zihinde olup biten bir süreç olmadığının ifade eder. Olgu aslında sürüp giden oluş halinin belli bir momentidir ve özne nesne arası etkileşimle ortaya çıkmaktadır, bilgi de bu eylem sürecinde üretilmektedir. Biyolojik evrim ve kültürel tarih içinde oluşan insanın eylemi de doğa ve toplum nesnelliği içinde şekillenir. Dolayısıyla ne bilgi ne fikirler ne de doğru ve yanlış yalıtık bir zihinde inşa edilmez. 

Bu yazı, öznellikten kaçmak yerine daha etkin bir özne olmayı arama çabasına çubuğu bükmektedir. Gerçeğe ve gerçeği değiştirebilme gücüne sahip çıkıyor, materyalist gerçeğin diyalektik değişimle inşa olduğunu savunuyoruz.

Anahtar kelimeler: Duyumsama, olgu, gerçeklik, tarihsellik, mantıksal pozitivizm
Madde, Diyalektik ve Toplum'daki makale için tıklayınız...

6 Haziran 2021 Pazar

Kibrit kutusu

Yazma eyleminin pratiğe ihtiyacı vardır. Düşünceleri soyutlamak ve odaklayabilmek için arayışa zaman vermek, denemeler yapmak gerekir. Örneğin bir nesneyi veya çağrıştırdığı durumu en yalın biçimde anlatma alıştırmaları vardır. En bilinen örnek "kibrit kutusunu yedi cümlede anlatma" alıştırmasıdır. Ben bu alıştırmayı Soma Katliamından sonra duyduğum için ondan bağımsız düşünemez oldum ve şunu yazdım....

 

Kibrit çöpleri ışıksız bir kuyucukta yan yana dizilmişlerdi. Hepsinin ortak fıtratı günü gelince yanmaktı. Yanarak sahibini ısıtacaktı. Yok, dedi biri. Ona hak verenler oldu. Kükürdünü, kömürünü silkeledi kılçıklı olanlar. Yeni bir öykü başlayacaktı.

 

Sizin kibrit kutunuz neye benziyor?